DÜŞEVİ
Çocukların, çocuk kalanların kitapçısı... Çocuklara göre, çocuklar için, bir zamanlar çocuk olduklarını unutan büyüklere inat, rengarenk ve sıcacık bir düşün ürünü...
DÜŞ'le ilk buluşma
18 Mayıs 2011 Çarşamba
1 Şubat 2011 Salı
Koyunların en "topinik" olanı
Kim ne derse desin, önce gözün gördüğünü seviyor kalp, sonra içine bakmayı akıl ediyor gönül. Bu ister bir insan olsun, isterse bir kitap...
Bizimki "ilk görüşte kahkaha" oldu! Bu çizimlere, bu tipe bakıp da gülümsememek mümkün mü, siz söyleyin? Bir koyun bu kadar mı sevimli olur, bu kadar mı şaşkın ve naif bakabilir? İnsanın Russel'ı görünce, yeni yeni kelimeler türetesi geliyor; şaşkoloz, şaşpinik, topinik gibi :)
Mandolin Yayınları, çok sevdiğim, çizgisini çok beğendiğim bir yayınevi, ama Russel'ın yeri tüm diğer kitaplardan biraz daha farklı (artık!), çünkü (çok ayıp ederek) kendisini bugüne kadar keşfetmemişim! Hem de aylardır raflarda durmasına rağmen!! Geçenlerde 1,5 yaşında oğlu olan ve yine Mandolin Yayınları'ndan çıkan Minik Koala serisine bayılan bir anne, bu seri bitip de yeni bir "favori kitap" ararken, onlarca kitap arasından çekip çıkartmasaydı, çıkartmakla kalmayıp, bir de yüzünde kocaman bir gülümsemeyle bana göstermeseydi, sanırım bir süre daha bu dünya şekeri koyundan haberdar olamayacaktım!
Russel, Kurbağapoposu çayırında yaşayan bir koyun. Dünyanın en komik, en şaşkın koyunu. Bir de yakın arkadaşı var her sayfada kendine eşlik eden; Frankie! Frankie de meraklı mı meraklı bir kurbağa. Çok konuşmasa da, her hareketinde Russel'in yanında yer alıyor.
Bu mini seri, iki kitaptan oluşuyor; İlki, Koyun Russel. Bu kitapta Russel bir türlü uyuyamıyor. Bir koyunun uykusu kaçarsa ne yapar? Uykusu gelsin diye, kendince her yolu dener: karanlık olsun diye kafasına şapkasını geçirmek (ama karanlıktan korkar!) sıcaklamıştır diye soyunmak (ama soyununca donar!) kafasının altına bir yastık koymak (ama yastık sandığı şey kurbağa Frankie çıkınca, yastıktan da olur) yeni bir yer aramak (bulduğu yerler ya kalabalıktır, ya ürkütücü)... Sonunda yıldızları saymaya karar verir ama ne kadar sayarsa saysın uykusu gelmez, ta ki uyku kaçınca en bilindik yöntem aklına gelene dek!
İkinci kitap, Koyun Russel ve Kayıp Hazine. Bizim koyuncuk, bu sefer de Kurbağapoposu Çayırı'nın kayıp hazinesini aramaya karar verir ve dünyanın en ZihniSinir Hazine dedektörünü yapar! Hazineyi bulur bulmasına da, bu hazine bildiklerimizden oldukça farklıdır, onu hazine yapan da bu farktır zaten. Russel da sonunda bunun farkına varır :)
Her iki kitap da, tam sayfa, kocaman resimlerden ve tek cümlelik kısa yazılardan oluştuğundan 1-3 yaş arası için ideal, ama bence 5-6 yaş da keyifle okuyabilir. Hadi ortalamasını alıp 1-4 yaş aralığı için uygun diyelim.
Kitabın yazarı olan Rob Scotton'ın sitesinde gördüğüm kadarıyla Russel'ın Türkçe'ye çevrilmemiş iki kitabı daha var. O zaman buradan Mandolin Yayınları'na sesleniyorum: Lütfen tez elden bizi Russel'ın diğer maceralarıyla buluşturun :)
Bu arada Rob Scotton'ın sitesinden diğer Russel kitaplarına bakabilir, en az Russel kadar sevimli bir çizimi olan kedi Splat'le tanışabilir, oyunlar onayabilir, hatta kedi Splat'ı çizmeyi öğrenebilirsiniz: http://web.mac.com/rscotton/www.robscotton.com/Home.html
Russel'ın çıkış hikayesini öğrenmek için buraya: http://web.mac.com/rscotton/www.robscotton.com/Russell_part_2.html bakabilirsiniz, çizimleri ve kitabı kadar da eğlenceli bir anlatımı var kendisinin :)
28 Ocak 2011 Cuma
PRENSES GELİNCİK ve MİNİK KARABAŞLAR
3 hafta kadar önce, hiç beklenmedik bir zamanda hayatıma yeni birisi girdi! 4 ayaklı, hüzünlü kahverengi gözleri olan kocaman bir canlı...
Biz ailecek bugüne kadar hep kedi beslemiştik, hatta eşimle tanıştığımızda onun bir, benimse iki kedim vardı ve biz 63m2'lik minicik evimde 3 kediyle birarada yaşadık bir süre. Bana göre kediler, bakımı en kolay olan canlılar. Minicikken bir kere kuma koyarsınız ve size özel birşey anlatmak istemiyorsa hiç şaşmaz tuvaletini yaptığı yer. "Kediler sahibine değil eve bağlanır" derler, gerçekten de ev ortamında radikal bir değişiklik olmadığı sürece, kediler evin bir eşyası gibi kolaylıkla ortama uyum sağlayıp yaşarlar. Nedense ben hep köpeklerin de benzer olacağını varsaymıştım. Çok yanılmışım! Yanıldığımı 3 yıl kadar önce yavru bir köpek aldığımızda anladım. Tam bir ilgi delisiydi, tuvaletini nereye yapması ve daha da önemlisi yapmaması gerektiğini bir türlü öğrenemiyordu ve evdeki herşeyi kemirip saklayarak kendince eğlenceli, bizce çıldırtıcı oyunlara bayılıyordu. Birlikteliğimiz ancak birkaç ay sürdü, sonra şiddetli geçimsizlikten ayrılmak zorunda kaldık! Kendisi o zamandan beri bir çiftliğin kocaman bahçesinde özgürce ve eminim çok daha mutlu bir şekilde dolaşıyor... O dönem (her zamanki gibi!) kendime kocaman sözler verdim: "bir daha köpek bu eve giremez. Ancak kızım büyüyüp 12-13 yaşına geldiğinde bir köpek ister ve tüm sorumluluğunu alacağına söz verir ve hatta bunun için bir akit imzalarsa (!) o zaman düşünürüz!" Oysa ben daha ne olduğunu anlamadan, kızım daha 7 bile olmadan, bir pazar günü arabaya atladığım gibi sadece resmini gördüğüm, barınakta başına gelenleri dinlediğim bir köpeği almaya gittim. Hiç düşünmedim bile. Zamanında yaşadıklarımı hatırladığımda umursamadım bile. Tek istediğim vardı: "o köpeği ordan çekip kurtarabilmek"
Böylece, 3 hafta kadar önce, hiç beklenmedik bir zamanda hayatıma yeni birisi girdi! 4 ayaklı, hüzünlü kahverengi gözleri olan kocaman bir canlı... Birbirimize sarılıp televizyon seyrettiğimiz, akşam eve geldiğimde üstüme önce atlamak için kızımla yarışan, sırf onu seveyim diye her türlü şaklabanlığı yapan, kocaman cüsseli, cüssesiyle orantılı kocaman bir kalbi olan bir canlı...
Bu kadar uzuuun bir girişi neden yaptım? Çünkü İş Bankası'nın o bayıldığım kitapları geldiğinde, en çok hoşuma gidenlerden birisi "Prenses Gelincik serisinden Minik Karabaşlar" oldu. Prenses kitaplarına gıcık olduğumu daha önce yazmıştım, ama nerdeyse tüm seriyi alıp, hepsini de keyifle okuyunca, Prenses Gelincik'e haksızlık yaptığımı anladım. Kitapların içeriği, dili, resimleri, "prenseslik dozu" çok güzel ayarlanmış ve hemen hemen hepsi de dostluk, paylaşmak, kıskanmanın yersizliği, özür dilemenin zorluğu ama sonucunun güzelliği gibi temaları olan gayet güzel kitaplar. Kitapların kalınlığı da çok ayarında, ne sıkıyor, ne "aman hemen de bitiverdi" dedirtiyor. Genelde bir güne, ya da birkaç güne sığan olayları yerinde detaylarla anlatıyor. "Minik Karabaşlar" kitabında da Gelincik'in komşusunun köpeğinin yavrulamasını ve Gelincik'in kadim dostu Nilüfer'le beraber köpekleri sevmeye ve bakımlarına yardıma gitmelerini anlatıyor. Tahmin edilebileceği gibi Gelincik, yavrulardan birisini çok seviyor ve ona sahip olmak istiyor. Ailesine söylemeye uzun bir zaman çekiniyor izin vermeyeceklerini düşünerek, ama sonunda arkadaşının da desteğiyle söylüyor. Bazen Nehir'in de bana birşey sormadan önce "birşey soracağım ama izin vermeyeceğini biliyorum" tarzı bir yaklaşımı olduğundan çok tanıdık geldi bu tavır. Anne baba yavruyu sahiplenmeye ikna olmuyorlar ama bir geceliğine misafir almayı kabul ediyorlar. O tek gece yavrunun her yeri katıp karıştırmasına yetiyor ve zavallı Gelincik de ailesine karşı yavruyu savunmak adına, arkasından herşeyi elinden geldiğince toparlamaya uğraşıyor. Öyle ki, anne babası onun bu çabasını takdir etmek için yavruyu ona almayı kabul ediyorlar. Sonunun böyle olacağını bilmeme rağmen, yine de o kadar hoşuma gitti ki, kitabın sonunda göz yaşlarımı tutamadım (evet evet ben çocuk kitapları okurken bol bol ağlayan biriyim!)Çabanın takdiri gerçekten de insanı tatmin eden bir duygu...
Sanırım evimizin yeni üyesi Lucky olmasa, bu kitap ilgimi bu kadar çekmezdi. Köpeğimize teşekkür için bir sebep daha !!
26 Ocak 2011 Çarşamba
TEŞEKKÜR
Bu blogu ilk yazmaya başladığımda amacım, "DÜŞEVİ nereden çıktı, nereye geldi, içinde neler zamanla var oldu ve biz içindekiler hakkında neler düşünüyoruz" u biraz hissettirebilmekti, ama zamanla kitap tanıtımı ağır basmaya başladı. Belki de işin ruhunda kitap olduğundan, bulaşıcı bir hastalık gibi (ama iyi cins bir mikrop) içimize yayıldı ve bizi esir aldı. Ne güzel! Herkese bu mikroptan gani gani lazım bence :) Ama mikrop bizi içten içe fethetse de, burada geçen her boş zamanda elimizde kitapla yeni yazarlar, yayınevleri, öyküler tanımaya çalışsak da, bu blog çok öksüz kalmış ne zamandır. Takipçiler bunun farkında mıdır bilmiyorum, ama benim içimde bir minik "mikrop" sürekli, "hadi artık, madem başladın, yazmalısın" diye dürtüp duruyor!! O yüzden, aylar sonra sakin bir kış sabahı yeniden klavyede parmaklarım dolanırken, kendimi çok daha iyi hissediyorum :)
Bu sabah farkettim ki, burası açılalı 7 ay olmuş! Bu süre içinde DÜŞEVİ'miz çok daha canlandı, doldu, hareketlendi... Ürün çeşidimiz arttı, kitaplarımız raflarımıza sığmamaya başladı, ailemize yeni yeni ürünler katıldı. Her yeni gelenle biz de sevindik, içimiz içimize sığmadı. Özellikle de çocukların, çocuk seven büyüklerin bunları gördüğünde ki mutluluğunu düşününce. Şimdi ilk açıldığımız zamana göre çok daha kalabalık bir dükkanımız var ama biliyorum ki bir süre sonra daha da fazla ürün, daha fazla kitap, daha fazla yayınevi ailemize katılacak. Buraya gelip kitap soranların "ne yazık ki yok" cevabı karşısında ki hayal kırıklığı bizim için çok daha büyük bir hayalkırıklığı yaratıyor. Ya da birisi yeni bir yayından gözleri parlayarak bahsedince, "ah o yayını biz nasıl oldu da görmedik" diye içimiz gidiyor. Tabii ki herşeye yetişmek, herşeyden haberdar olmak mümkün değil. İşte o zaman burayı ayakta tutan, destek olan, bizi yalnız bırakmayanlar imdada yetişiyor. Birisi bir kitap getiriyor "bakın yeni çıkmış" diye, bir diğeri bilmediğimiz bir yayınevine kapı açıyor, bir başkası bizi tanıdıklarına duyuruyor sitesinden... Derken biz de sayenizde genişliyoruz, büyüyoruz, burada kalıcı olmak, tutunmak için fazladan kollarımız, bacaklarımız çıkıyor adeta, güçleniyoruz.
Aslında bu yazının amacı yine bir kitap tanıtmaktı, ama farkettim ki ben aslında ne zamandır içimde kalmış bir teşekkürü yazmak için oturmuşum ekranın başına. Kitap, bir sonraki yazıya. (Söz arayı bu kadar açmayacağım bu sefer!)
Bizi açıldığımız günden beri destekleyen, varolmamız, buraya kök salmamız, büyümemiz, eksiklerimizi tamamlamamız, duyulmamız için çabalayan, dostluğuyla içimizi ısıtan, sık ziyaretleriyle yalnızlığımızda bize dost olan, güler yüzüyle günümüze neşe katan tüm dostlar ve en önemlisi varlığımızın sebebi olan yüreği kocaman minik dostlarımız;
İYİ Kİ VARSINIZ !!
7 Kasım 2010 Pazar
EL BEBEK GÜL BEBEK
İlkokuldayken çok yakın bir arkadaşım vardı. Annesi, tanıdığım en endişeli insandı. Hani "vesvese" kelimesi onun için yaratılmış desem yeridir, öyle birisi. Zavallı arkadaşım eve biraz geç kalsa, kızının başına gelebilecek felaketlerin listesini çıkartır, her birini düşünüp geçen zamanı kendine zehir ederdi. Cep telefonu gibi bir nimet de olmadığından okuldan çıkıp eve gidene kadar gecikmesine sebep olabilecek herhangi birşey arkadaşımı da gerer, evde tırnak yemeğe başlayan annesi yüzünden o da kendini yiyip bitirirdi.
Sanırım öğrencilik hayatımızın büyük bir bölümünü bu arkadaşımla beraber geçirdiğimizden, böyle bir anne modeli olmaktan hep korkarak büyüttüm Nehir'i. Kısa bir zaman öncesine kadar da kendimi hep rahat bir anne olarak nitelemiştim. Nehir'i çok giydirmem, çok doyurmam, çok zorlamam sanırdım. Hayata karşı dirençli olsun diye minik riskler alarak büyümeli diye düşünür, bunu da uygulayabiliyorum sanırdım...
Derken, günün birinde "El bebek gül bebek" kitabını okudum. Aslında bir İngiliz yazarın, Jeanne Willis'in kitabı olmasına karşın bence bizim topluma birebir denk düşen bu kitap benim de sandığım gibi bir anne olup olmadığımı sorgulamama sebep oldu!
Kitap, kardeşlerine göre çok ufak tefek olan fare Metin'in hikayesini anlatıyor. Aslında pekala da kendini koruyabilecek güçte olmasına rağmen, annesinin kaygıları yüzünden evden çıkamayan, hayata karışamayan, kardeşleri koşup oynarken evde kalmaya mahkum olan minik fare Metin'in kaderi, annesinin onu pamuğa sarıp dışarı çıkmasına izin vermesiyle değişiyor. Sezen Aksu'nun şarkısındaki gibi "seni pamuklara sarmalar sararım" diyen anne, Metin'i de sarmalayıp dışarı yolluyor ve nasılsa pamuğunun içinde güvende olduğuna kani oluyor. Asıl hikaye de bence bundan sonra başlıyor ve Metin'in "gerçek" hayatla başetmesini anlatıyor.
Hepimiz (en rahatımızdan en pimpiriklimize kadar) anne olmanın getirdiği bir tür endişe ağıyla sarılıyız bence. Bazılarımız bunu çocuğuna hissettirmeden ve kendini tersine inandırarak ebeveynlik yapıyor, bazılarımız da her türlü endişeyi çocuğa boca ediveriyor (öyküdeki Metin'in annesi gibi)Arada bir denge yakalamak her zaman kolay olmuyor. Bu öykü belki de çocuğumuza bir şans tanımamızı, karşımızdaki küçük bir çocuk da olsa içindeki o güce inanan çocuğun cesaretini desteklememizi öğütlüyor. Bizim endişelerimizden oluşan bir ağın içine onu hapsetmekle hayata karşı korumuş olmuyoruz, sadece hayatı "yaşamasına" engel oluyoruz diyor. Bir çocuk kitabı görünümünde büyüklere yazılmış bir kitap aslında bu. Belki de sınıflandırırken Düşevi'nin raflarında konulması gereken yer anne-baba kitapları olmalıymış!
Kitabın anlatımı (Aslı Motchane'ın özgün çevirisiyle) çok yalın, harflerin yerine göre büyüklü küçüklü olması sonucu, ilgi hep canlı kalıyor. Çizimler, ünlü çizer Tony Ross'un elinden çıkma. Kendisini "Küçük prenses" serisinden de hatırlayabilirsiniz, ancak "El bebek gül bebek" kitabındaki çizimler o kadar sevimli ve sıcak ki, kitabın içine gömülüp sadece çizimler hakkında konuşarak vakit geçirmek mümkün. Kırçiçeği Yayınları favori yayınevlerim arasında istisnasız bir numara (Elmer serisi ve Müzisyen inek sırma en sevdiklerim) ve en büyük özelliği de güzel çizimli kitapları çıkartıyor olmaları. Zaten web siteleri de www.resimlikitaplar.com.
Bu kitabı okuduktan sonra belki siz de dönüp bir bakarsınız kendinize; acaba siz çocuğunuzun her türlü tehlikeye karşın hayata karışmasına, "yaşamasına" izin veriyor musunuz?
DÜŞEVİ
İlkokuldayken çok yakın bir arkadaşım vardı. Annesi, tanıdığım en endişeli insandı. Hani "vesvese" kelimesi onun için yaratılmış desem yeridir, öyle birisi. Zavallı arkadaşım eve biraz geç kalsa, kızının başına gelebilecek felaketlerin listesini çıkartır, her birini düşünüp geçen zamanı kendine zehir ederdi. Cep telefonu gibi bir nimet de olmadığından okuldan çıkıp eve gidene kadar gecikmesine sebep olabilecek herhangi birşey arkadaşımı da gerer, evde tırnak yemeğe başlayan annesi yüzünden o da kendini yiyip bitirirdi.
Sanırım öğrencilik hayatımızın büyük bir bölümünü bu arkadaşımla beraber geçirdiğimizden, böyle bir anne modeli olmaktan hep korkarak büyüttüm Nehir'i. Kısa bir zaman öncesine kadar da kendimi hep rahat bir anne olarak nitelemiştim. Nehir'i çok giydirmem, çok doyurmam, çok zorlamam sanırdım. Hayata karşı dirençli olsun diye minik riskler alarak büyümeli diye düşünür, bunu da uygulayabiliyorum sanırdım...
Derken, günün birinde "El bebek gül bebek" kitabını okudum. Aslında bir İngiliz yazarın, Jeanne Willis'in kitabı olmasına karşın bence bizim topluma birebir denk düşen bu kitap benim de sandığım gibi bir anne olup olmadığımı sorgulamama sebep oldu!
Kitap, kardeşlerine göre çok ufak tefek olan fare Metin'in hikayesini anlatıyor. Aslında pekala da kendini koruyabilecek güçte olmasına rağmen, annesinin kaygıları yüzünden evden çıkamayan, hayata karışamayan, kardeşleri koşup oynarken evde kalmaya mahkum olan minik fare Metin'in kaderi, annesinin onu pamuğa sarıp dışarı çıkmasına izin vermesiyle değişiyor. Sezen Aksu'nun şarkısındaki gibi "seni pamuklara sarmalar sararım" diyen anne, Metin'i de sarmalayıp dışarı yolluyor ve nasılsa pamuğunun içinde güvende olduğuna kani oluyor. Asıl hikaye de bence bundan sonra başlıyor ve Metin'in "gerçek" hayatla başetmesini anlatıyor.
Hepimiz (en rahatımızdan en pimpiriklimize kadar) anne olmanın getirdiği bir tür endişe ağıyla sarılıyız bence. Bazılarımız bunu çocuğuna hissettirmeden ve kendini tersine inandırarak ebeveynlik yapıyor, bazılarımız da her türlü endişeyi çocuğa boca ediveriyor (öyküdeki Metin'in annesi gibi)Arada bir denge yakalamak her zaman kolay olmuyor. Bu öykü belki de çocuğumuza bir şans tanımamızı, karşımızdaki küçük bir çocuk da olsa içindeki o güce inanan çocuğun cesaretini desteklememizi öğütlüyor. Bizim endişelerimizden oluşan bir ağın içine onu hapsetmekle hayata karşı korumuş olmuyoruz, sadece hayatı "yaşamasına" engel oluyoruz diyor. Bir çocuk kitabı görünümünde büyüklere yazılmış bir kitap aslında bu. Belki de sınıflandırırken Düşevi'nin raflarında konulması gereken yer anne-baba kitapları olmalıymış!
Kitabın anlatımı (Aslı Motchane'ın özgün çevirisiyle) çok yalın, harflerin yerine göre büyüklü küçüklü olması sonucu, ilgi hep canlı kalıyor. Çizimler, ünlü çizer Tony Ross'un elinden çıkma. Kendisini "Küçük prenses" serisinden de hatırlayabilirsiniz, ancak "El bebek gül bebek" kitabındaki çizimler o kadar sevimli ve sıcak ki, kitabın içine gömülüp sadece çizimler hakkında konuşarak vakit geçirmek mümkün. Kırçiçeği Yayınları favori yayınevlerim arasında istisnasız bir numara (Elmer serisi ve Müzisyen inek sırma en sevdiklerim) ve en büyük özelliği de güzel çizimli kitapları çıkartıyor olmaları. Zaten web siteleri de www.resimlikitaplar.com.
Bu kitabı okuduktan sonra belki siz de dönüp bir bakarsınız kendinize; acaba siz çocuğunuzun her türlü tehlikeye karşın hayata karışmasına, "yaşamasına" izin veriyor musunuz?
DÜŞEVİ
Etiketler:
çocuk kitabı,
Düşevi,
el bebek gül bebek,
koruma
14 Ekim 2010 Perşembe
DOĞUMGÜNÜ HEDİYESİ
Çok sık düşündüğüm birşeydir; "Keşke kelimelere ihtiyaç duymadan anlaşabilsek." Yazının gücüne hayran olsam da yine de kelimelerle sınırlı kalmak çoğu zaman sıkıcı geliyor. Henüz telepati kuramadığımıza göre de (en azından ben başaramadım!) yine kelimelerin içinde bir ifade arıyoruz. O yüzdendir ki, kelimeleri ustalıkla anlamlandıran insanlar her zaman hayranlık duyduklarım olmuştur. Bir de kelimeleri kullandığı kadar beceriyle çizimlerini kullananlar var ki, onları ayrı bir "hayran olunacaklar" grubuna koymak lazım. Benim için bu gruba tereddütsüz ilk sıradan girebilecek tek isim var, o da Behiç Ak.
Bundan seneler önce, Ankara'dan trene atlayıp günü birlik kitap fuarına geldiğimiz zamanlardan birinde, fuardan bir dostumun bana aldığı bir kitapla kelimelerden sıyrılıp, resimlerle ne kadar zengin bir anlatım sunulabileceğini görmüştüm. Tahminimce türünün tek örneği olan bu sözsüz ve her seferinde bayılarak "okuduğum" kitap, uzundur artık kızımın favorileri arasında: Behiç Ak'ın tek kelime bile kullanmadan yazdığı kitabı "Doğumgünü Hediyesi". Nehir'in 3 yaşından itibaren resimlerine bakarak öyküsünü bana anlattırdığı, sonrasında da kendi kurgulamasını yaptığı kitapta Behiç Ak çok hoş resimlerle, bir çocuğun aldığı doğumgünü paketini ve heyecanla içinden çıkacak hediyeyi bulmaya çalışmasını çizmiş. Bulmaya çalışması diyorum, çünkü hediye paketini her açışta yeni bir paket daha çıkıyor içinden ve her seferinde çocuk bu durumdan çok hoşlanıyor. Bazı tahminleri onu çok mutlu ediyor, ama kitabın sonunda hiç tahmin etmediği bir sonuçla karşılaşıyor.
Kitabı "okurken" insan ister istemez hediyenin içeriğinden çok, varlığının ne kadar mutlu edebildiğini düşünüyor. Buket Uzuner'in bir kitabında yazdığı "sevgiliye kavuşmaktan daha güzel olan yegane şey vuslat öncesi çekilen özlemdir" misali, hediyeyi alan çocuğun da heyecanı paketin saran kağıtların katlarını her açışta biraz daha artıyor, öyle ki okuyan bizler de çocukla beraber dört gözle içinden çıkacak o "son" hediyeyi bekliyoruz. Sevgili Behiç Ak hevesimizi hiçbir şekilde kursağımızda bırakmayarak beklentilerimizin ötesinde bir sonla kapanışı yapıyor.
Kitabın resimlendirilmesi de kitaptan ziyade film çekimi tadında . Başlangıcı uzaktaki küçük bir adayla yapan kitapta, ilk resimden başlayarak sanki gittikçe yakınlaşan bir kamera varmış gibi resimler yakınlaşıp detaylanarak artıyor. Sayfalarda ilerledikçe o kadar coşkulu ve hareketli oluyor ki resimler, kitabın sonunda mutlaka bir gülümseme yapışıveriyor insanın dudaklarına.
Biz Nehir'le kitabı her elimize alışta, farklı bir detayın içinde kayboluyoruz. Behiç Ak'a özgü o detaylı çizimler, özellikle her kitabında mutlaka yer verdiği kedi figürü, kedinin çocukla beraber koşturması, aynı heyecan, sevinç ve hatta şaşkınlığı paylaşması o kadar güzel verilmiş ki, defalarca da karıştırsak sayfaları hiç sıkılmıyoruz.
İşte Behiç Ak kitaplarını tek tek değişik yayınevlerinden toparlayıp raflara büyük bir keyifle dizerken, birden ilk gözağrım olan Doğumgünü Hediyesi'ni buldum ve çok mutlu oldum. Böylece o da Düşevi'nde raflarda yerini aldı. Zaten raflarımın en özel köşelerinden birisi hem çizimlerine, hem kurgulamalarına hayran olduğum Behiç Ak'a ayrılmış durumda. Şimdilerde elimde son çıkan kitabı, çok yakında onunla ilgili de anlatacaklarım olacak :)
Etiketler:
Behiç Ak,
çocuk kitabı,
Düşevi,
resimli kitap
10 Ağustos 2010 Salı
GERÇEK HAYAL GÜCÜ
Üniversite yıllarında en sevdiğim yazarların başında gelirdi Ursula K. Le Guin. Bana göre ismi bile gizemliydi romanları gibi. İlk okuduğum kitabı olan "Mülksüzler" beni büyülemişti, uzun zaman etkisinden kurtulamamıştım. Ardından diğer kitapları girdi hayatıma. Yıllar sonra Yerdeniz Büyücüsü'nün filme çekileceğini duyduğumda çok heyecanlanmış, ama aynı tadı alamam endişesiyle seyretmemeye karar vermiştim. Bilim kurguyu çok sevmeme rağmen her zaman ilgimi çeken yazarlar olmadı, ama söz konusu Ursula olunca akan suları durdurmayı bildi her zaman.
Birkaç ay önce yayınevlerinin kataloglarını karıştırırken gözüme Günışığı Yayınlarından çıkan Ursula K.Le Guin ismi çarpınca, yeniden aynı heyecanları çağrıştırdı bende, ama bu sefer sanki bize bu Düşevi yolculuğunda eşlik etmek ister gibi çocuk kitabı yazmıştı! (Evet Rapunzel de Ursula K. Le Guin hayranıdır!)
Bu sabah nihayet adı geçen kitaplar geldi ve 4 kitaplık serinin tamamını bir solukta okuyup bitirdim, hem de her kitapta kendi kendime gülüp, hüzünlenip gözyaşlarımı silerek (tamam kabul ben fazla duygusal biriyim!)Dimağımda yeni bitirilmiş ama tadı damağımda kalmış bitter çikolata gibi bir iz bırakarak, daha biter bitmez hemen yeni bir parça ister gibi bitti kitaplar. Yine aynı büyüleyici ve sürükleyici tarzından ödün vermeden yazmıştı Ursula. İsmi "KANATLI KEDİLER MASALI" olan seri, anneleri kanatsız olmalarına rağmen esrarengiz bir şekilde kanatlı doğan 4 kardeşin hikayelerini anlatıyor. Kısa, sürükleyici, sıkmayan, yormayan ve ilgiyi hiç elden kaçırmayan 4 mini kitap. Okumaya yeni başlayan ve biraz ilerlemiş olan tüm minikler için çok keyifli bir seri, gerçek bir hayal gücü gösterisi... Benim bir türlü alışıp sevemediğim Winx kızlarından da, parti meraklısı süslü ama bana göre bir o kadar da aptal Pony'lerden de çok daha gerçek bir hayal gücü ürünü. Kitapların bölümleri kısa, sıkılmadan okunabiliyor. Resimler gerçekçi ve yeterince, böylece temel figürleri verip gerisini dinleyen ya da kendisi okuyan çocukların hayal gücüne bırakabiliyor. Herşeyi resimleyen ve hayal gücünü atıl bırakan Walt Disney çizimlerinden farklı olarak çocukların da kurgulaması için açık kapı bırakıyor kitaplar. Gerçek bir hayal gücünün, usta bir kalemden, olabildiğince sade ve keyifli bir anlatımı bu kadar olabilir...
Her öykü bir diğerinin devamı niteliğinde olduğundan ilkinden başlayarak okumakta fayda var.
Kitapların içinde yazdığı kadarıyla, aslında Ursula K. Le Guin'in yazdığı 13 tane çocuk kitabı varmış ve bunlar ilk çevrilen 4 tanesi, yani damağımda kalan o güzelim çikolata tadını yeniden bulabileceğim ümidi var herzaman, ne mutlu!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)